Din- Siyaset ilişkisinde genel manada yapılan daha önceki yazılarımızda da işlediğimiz, siyaseti dinin karşısında bir örgütlenme çelişkisidir. Siyaset ve Dini anlamsız bir rekabete ve her ikisini de anlam yokluğuna ve kendilerini kamuoyu algısının çarpıtılmasına yol açmaktadır.
Her iki nizam da aslında bir örgütlenme nizamıdır. Burada ki esas yakalanması gereken mesele;
“Dinin zamanı, siyasetin ise mekânı örgütlediğidir.” Her iki nizamda fikirlerin kurumsallaşmasının merkezinde hareket eylem vardır. Lakin bu hareket ve eylemler birbiri ile aynılık değil farklılık taşıyan ama bir o kadar bütünlük taşıması zorunlu olan dinamiktir.
Politik eylemenin dinamik paradigması, somut değişimler ve bu somut değişimleri dinin paradigması ile toplumsal zemine entegre bir vaziyette yayabilmesidir. Tıpkı sosyal bilimlerde ki Sosyoloji-Felsefe ilişkisi gibi.
Dini eylemin dinamik paradigması ise soyut değerlerin somuta dönüşmesinde ki siyasetin eski-yeni tüm öznelerinde, nesnel vaziyette kendisi göstermesi ve öznel olarak toplumda var olup, siyasetin toplumsal değer ile karakterize olma zorundalığına kavuşturmasıdır.
Din ahlakı, siyaseti icraatı temsil eder ve iki temsil birbirine teslimiyetlerini transfer ya da nakş eder.
Bunun yaşadığımız zeminde nasıl cereyan ettiğini anlamak için sadece bir örnek verecek olursak siyaset bilimin de şu soru vardır;
Kitle partileri, kitlelerden yön mü alır yoksa kitlelere yön mü verir?
Eğer siyaset-din ilişkisi bozuk ise kitlelere yön verir.
Eğer bu ilişki bozuk değil ise kitlelerden yön alır.
Malumunuz bizim gibi lider odaklı toplumlarda kitlelere yön veren liderler ve partileridir.
Retorik olarak söylem dinidir, teorik olarak eylem siyasidir, pratik ve dinamik olarak ise hareketler ve eylemler hiç biridir.
Hiçler ile hiçbir şey de çözülmemektedir.
Sözün özü, siyasetin hiçliği dinin yokluğuna, dinin yaşanmamışlığı siyasetin hiçliğine sebep olmaktadır.
Böylelikle her iki alanda da varlıktan uzaklaşmaktayızdır.