Sosyologlar; Bilime taparlar, dinleri kötülemeyi severler. Toplum bilimi adına ne kadar toplum mühendisliği varsa onu yaparlar. İdeolojileri, kavramları, etimolojik, antropolojik, epistemolojik, antolojik, anlamlarından kaydırarak sosyalleştirme adına, Sosyolojik değerlendirerek değer erozyonu oluştururlar, kriz çıkarır, krizi çözer ve yönetirler. Anti-Siyasal dururlar ama her Siyasal projenin temel paradigmasında yer alırlar.
Felsefeciler; İnanmamayı marifet sayarlar, inancı suç göstermeye bayılırlar. Tapmazlar ama kendilerine tapılmasını ister ve kendilerine tapılmasını çok severler. En yüksek egoya sahip olma ve bu anlamda liderliği milyon yıllardır kimseye bırakmama özellikleri vardır. Belki de Yaratıcı ve peygamberleri ile olan sorunları bundan olsa gerek.
Tarihçiler; Tarihi kendi ideolojilerine temel araç olarak kullanırlar. İdeolojik okumaları dayatırlar ve sonra ideolog olma hasretiyle yanıp tutuşturlar. Asla objektif olmazlar. Derin anokranizm hastalığı ile hareket eder, bu harekete katılmayanları cahillik ile suçlarlar. Tarih yazamadıklarından okuyup durur ve ecdatperestliği, güncel ecdat olarak kendilerini göstererek yaymaya çalışır ve aslında toplumsal ilerlemenin en başat engellerinden biri olurlar.
Şairler- Edebiyatçılar; Yaşadıkları sanatsal duygu üretkenliğini, fikir alında da olduğu zannına kapılıp romantizm kaplı tahayyülleri, tefekkürleri bilimsel olduğunun inancı ve gayreti ile saçmalamaya tiryakilerdir. Ütopik duruşu realist, idealist sanısını bir tanı bir kanı olduğu düşüncesiyle yaşadıkları dünyanın ilhamın toplumsallaştırmasını dayatırlar. Bu aslında onların istisna olan özelliklerini toplumsallaştığında onları yok edecek bir şeydir. Bunu da bilerek bunu yapmak, ekstra ayrıcalıkçılık isteme lüksü saplantısının ürünüdür.
NOT; Bu sade bir eleştiri yazısı olup, eleştiri dışılar tenzih edilerek yazılmıştır. Yapılan genellemeler istisnaları kast etmemekte ironi ve mübalağa ile yazılmıştır.