enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
32,5032
EURO
34,9509
ALTIN
2.430,07
BIST
9.799,23
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Kocaeli
Az Bulutlu
22°C
Kocaeli
22°C
Az Bulutlu
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Hafif Yağmurlu
16°C
Pazar Çok Bulutlu
18°C
Pazartesi Çok Bulutlu
18°C

   YAHUDİ ZİHNİYETİ PSİKOLOJİSİ İLE KURULAN REJİM!

14.09.2020
A+
A-

ABD’nin CIA görevlilerinden olan Türk kökenli olduğu söylene gelen ( Kıbrıs-1932 ) Psikanaliz uzmanı Vamık VOLKAN’nın İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınlarından çıkan “Divanda Kılıç Dövüşü” Psikanaliz kitabını elime alıp detaylıca okuyup incelediğimde, Cumhuriyet rejiminin nasılda Yahudi psikolojisi ile temellendirilip, Müslüman Türk toplumunun değer ve inanç algısında yapısında onarılması çok zor hasarların verildiğini, acımasız darbelerin vurulduğunu gördüm.

 

Yazarın kendi kitabında ki öz geçmişine baktığımızda, bu tanımlamalarımızı destekleyen verilerde önümüze çıkmaktaydı.

 

Yazar Türkiye de eğitimini tamamladıktan sonra Amerika’ya yerleşiyor kariyerin üst seviyelerini orda tamamlıyor. Bu arada İsrail Tel Aviv de ki Izak Rabin İsrail çalışmalar merkezinde kendisine Fahri doktoralık- Onursal Rabin Öğretim Görevlisi unvanı veriliyor. Bu durumda yazarın bize Amerika da İsrail ve Yahudi tandanslı referans ile kariyer yaptığını gösteriyor.  Elimizde yazarın kitabında ki özgeçmişte buna benzer vaziyette kariyer serüveninde birçok veri varken yazımızı uzatmama amaçlı odak noktalarımızı işaret edeceğiz.

 

Bu bilgilerin üstüne özgeçmişinde es geçemeyeceğimiz bir detayı daha sizlere aktarmam gerekiyor. Yazar kendini koyu bir Freud’cu olarak gösteriyor ve öyle tanıtıyor kitabında. Bakıyoruz ki kariyerinde de Avusturya da ki Viyana Üniversitesi Sigmund Freud vakfı tarafından kendisine “Konuk Freud bilim adamı” unvanı veriliyor. Daha sonrasında Viyana kenti ve dünya psikoterapi konseyi tarafından verilen “Sigmund Freud” ödülüne layık görülüyor.

 

Sigmund Freud ise 1856-1939 yılları arasında yaşayan Yahudi olan, Batı psikolojisinde psikolojinin kaba tabirle kaynak babası addedilen, eserlerinde cinselliği sapkın derecede zorlayan, enstest ilişki gibi birçok sapmayı normalleştiren, koyu Müslüman aleyhtarı, tam bir sapık!

 

Yazarın Türkiye de Psikanaliz uzmanlığı dışında bilinen vasfı ise koyu Atatürkçülüğü ve onun adına yaptığı eserleri. Kemalist çevrede çok popüler ve saygın kimliği. Birde bakıyoruz ki yazarın bu noktada en idealı eseri olarak karşımıza “Ölümsüz Atatürk” çıkıyor. Kitabın (Divanda Kılıç Dövüşü) devamında anlıyoruz ki yazarın Atatürk’e hayranlığı onun şahsından ötürü değil. Kendini koyu Freud’cu tanımlayan yazar, Atatürk’e olan hayranlığı o dönem Freud’cu akıma, Yahudi entellektüelizmine ve o sapkın akımın Türkiye de çöreklenmesine verdiği imkân, destek!

 

Halen sağ olan ve Amerika da CIA görevlisi olan yazarın Türkiye’ye geldiğinde es geçmediği bürokrat ziyaretlerinde 11.Cumhurbaşkanı Abdullah GÜL’ü es geçmemesi,  aralarında ki derin samimiyet yansımaları, önümüze çıkan ilginç bir detay! İngiliz kraliyetinin de çok nadir önemsediği Türkiye cumhurbaşkanlarından birinin de Abdullah GÜL olması, bizim için önemli bir ayrıntı. Gelelim rejimin Yahudi zihniyeti ile kurulduğunun yargısına kitabın nereleri ulaştırdı bizi. Ayrıca bu tespitin Kaynağı olarak Kemalist, ulusalcı bir kaynağı göstermemiz ve de kaynak gösterilen yazarın bunu marifetle kitabında anlatması, bizim bu tespitimizi daha güçlendirmekte olduğunun altını çizmekte fayda var.

 

Yazar kitabının önsöz bölümünde yer alan “Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN TÜRKİYE’si ve psikanaliz” bölümünün kilit yerlerinde şu kilit ifadelere yer veriyor.

 

“ Atatürk Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı olduğu zamanlarda dişlerinden yoğun sıkıntısı vardı. Yahudi kökenli bir Türk vatandaşı olan Diş hekimi Gunzberg ile Atatürk’ün özel ilişkisi vardı. Gunzberg’in Nazi Almanya’sı hakkında Türk öndere çok bilgi verdiğini biliyoruz. Mustafa Kemal gençliğinde Fransızca ve Almanca öğrenmiş ulusal kahraman olmadan önce (Burada ki ifadenin altında psikolojik olarak Ulusal kahramanlığın önceden kurgusu yatmakta bence) Fransa ve Almanya’yı ziyaret etmişti. Askeri okul dönemlerinde başlamıştı batılı eserleri okumaya. Gunzberg’in Nazi Almanya’sında olup bitenlere duyduğu tiksinti ve bunla beraber Atatürk’ün Nazi aleyhtarlığı onla olan ilişkisinden olsa gerek. Türk önderin psikobiyografisini yayınladıktan sonra Kudüs de yaptığım bir gezide, İbrani Üniversitesinde Tarih profesörü olan Cohen’den Gunzberg’in Yahudilerin Almanya’dan Türkiye’ye kaçmalarına yardım eden bir gurup yahudinin lideri olduğunu öğrendik.” ( Divanda Kılıç Dövüşü sf:6)

 

Anlaşılan odur ki bu ilişki klasik bir hasta doktor ilişkisi değil. Aynı sayfasının devamına bakalım.

 

“  2006 yılı Ekim ayında, Albert EİNSTEİN tarafından 17 Eylül 1933 de Türkiye Cumhuriyeti bakanlar kuruluna yazılmış bir mektup gün yüzüne çıkar. 1933 yılında EİNSTEİN Fransa da yaşamaktaydı ve OZE (Yahudi nüfusunun korunması örgütü) onursal başkanıydı. EİNSTEİN mektubunda bakanlar kurulundan Almanya’dan profesörler ve doktorlardan oluşan kırk kişinin bilimsel ve tıbbi çalışmalarını Türkiye’de sürdürebilmeleri için izin verilmesini istiyordu. Mektup da adı geçenler Almanya’da çalışamıyorlardı. Mektup da bu kişilerin Türkiye’ye getirilmesinde ülke adına büyük faydaların olacağının altı çiziliyordu. Mektup da ayrıntılardan biri ise Türkiye de kaldıkları sürelerin ilk yıllarında maaşları OZE tarafından ödenecekti. Mektup bu isteğin kabulünün ileri insanlık açısından büyük katkılarının olacağına dair ifadelerle doluydu. Mektubun bakanlar kuruluna ulaşması ile Zamanın başbakanı İsmet İNÖNÜ tarafından Milli Eğitim Bakanlığı tarafından isteğin yerine getirilmesi adına talimat veriliyordu. Milli Eğitim bakanlığı ise bu teklifi sıra dışı ve koşullar açısından gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını bildiren bir rapor hazırladı. Bu gelişmenin üzerine devreye Mustafa Kemal ATATÜRK’ün girmesi ile mektuptaki teklif kabul gördü.

 

Henüz on yaşında ve yoksul olan Türkiye Cumhuriyeti Alman Yahudi akademisyenlerin Türkiye’ye gelmesine böylelikle yol açtı. Daha sonra zamanla kırk olan akademisyenlerin sayısı yüzdokasana çıktı. Akademisyenler aileleri ile birlikte binlerce nüfus olarak Türkiye’ye yerleştiler.  Gelen Akademisyenler daha sonra Türkiye’nin Batılılaşması ve Modernleşmesi adına büyük çalışmalar yapacak bu akademisyenlerden biri olan profesör Oscar WEİGERT Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN danışmanlığını yapacaktı.”

 

Kitabın bu sayfalarında anlaşılıyor ki Diş hekimi görünümlü Yahudi misyoner Gunzberg ile Mustafa Kemal ATATÜRK zamanla bu misyoner faaliyeti devletin kendi yapılanmasına yerleşmesine ve devlet politikası halini almasını birlikte organize etmişler. Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN gelen Yahudi akademisyenlerden Oscar WEİGERT’i kendine danışman yapması tezimizi ne yazık ki daha da sağlamlaştırıyor. WİGERT’İN dikkat çeken bir diğer özelliği de Freud’un yazılarını ve kitaplarını ilk Türkçeye çeviren kişi olduğudur.  Şimdi gidelim kitabın 8-10 sayfaları arasındaki dikkat çekici hususlara.

 

“ ATATÜRK ve çalışma arkadaşlarının birçoğunun Freud’a ilgi duyduklarını biliyoruz. Türkiye’nin modernleşmesinde Freud’cu akıma ve psikanalize yoğun ilgi duyuyorlardı. ATATÜRK VE İNÖNÜ bu akımın aydınlarını köşkte topluyor saatlerce tartışmalar yapıyorlardı. Bu toplantıların birinde  şöyle bir konuşma gerçekleşiyordu;

 

İNÖNÜ  sordu;

 

– Freud’un söyledikleri doğru muydu?

 

Türk aydınlar biri bu soruyu doğru olarak cevaplamış. Freud’ u övmüş akabinde de bazen “fazla ileri gittiğini” de eklemiş. Bunun üzerine İNÖNÜ şu yanıtı vermiş.

 

– Keşke ben Freud gibi olabilseydim. Bu doğrular hakkında konuşup daha ileri gitseydim.

Böyle bir günlerden bir gün ATATÜRK WİGERT’E ülkede Freud’cu psikanaliz uygulamalarını başlatan resmi bir yapı kurulması talimatını vermiş, hatta bunun belgesi 1982 yılında WİGERT’İN ölümünden sonra Washington Psikanaliz Derneği binasında sergilenmeye başlamıştır.”

 

Görülüyor ki medeniyetimiz Tanzimat- Meşrutiyet ilanları, İttihat-terakki oluşumları, Sultan Abdulhamit’in darbeyle tahtan indirilişiyle darbeci tarihçiler tarafından Kızılsultan olarak kayıtlara geçirilmesi ile dinamitlenmiş, Cumhuriyetin ilanı ile de güya bu Freud’cu akımın batılı devrim ve inkılâpları ile nasılda planlı vaziyette yıkılması sağlanmıştır. Anlaşılıyor ki bu akımın ürünü olan batıcı ve batıl zihniyete karşı çıkanlar, isyan edenler, kurulan İstiklal mahkemelerince yok edilmiş.

 

1920 yılında kurulan ilk mecliste yer alan bu hazin vaziyeti görüp de bu zihin ve akılla hareket edenlere karşı, Lozan’ı hezimete çeviren bu akıma karşı muhalefet eden Ali Şükrü Bey (Trabzon), Mehmet Halis Tarıkayha (Sivas), Halit paşa ( Ardahan) Mehmet Akif ERSOY (Burdur) gibi mebusların bir kısmı meclisten tavsiye edilip sürgüne mecbur bırakılmış, bazıları huncarca cinayete kurban götürülmüş, bazıları da alel acele kurulan mahkemelerce masum olmalarına rağmen darağacına götürülmüşler.

 

Buradan hareketle anlıyoruz ki, Maneviyatçı, Milliyetçi,  kitlenin neslinin süratle azalması için Balkan, Çanakkale, Sarıkamış, Trablusgarp, İstiklal, gibi yoğun şehitlerin verildiği savaşlar bu neslin kırılması adına bilinçli bir kurgu olarak, bir medeniyet algısı devşirmesi olarak yapılmış. Arda kalanlarda Cumhuriyet rejimi tarafından başka yöntemlerle yok edilip, ortalığı sahte kahramanlar ve sahte zaferler kaplamış.

 

Yazarın Türkiye de tanınmasına sebep olan kitabın adı da dediğimiz üzere “Ölümsüz ATATÜRK” bu isimle bir şahsa ölümsüzlük atfı ile bir anlamda tanrılaştırma temayülünü bize işaret edip aslında oluşturulan kahraman algısı ile birçok asli değerimiz yok edildiği ortaya çıkıyor. Bu gibi ifadelerden bir başka örnek verecek olursak “Ulu Önder ATATÜRK” ifadesidir. Ulu ifadesi Türklerde Müslüman olmadan önce Şaman inancında Tanrıya seslenme nidasıdır. Ey ulu Tanrım gibi, bu inançta ulu tanrıdır. Buradan hareketle bu ifadenin hangi mantıkla yerleştirilip Müslüman Türk toplumunun diline pelesenk edildiğini anlıyoruz. Şimdi devam edelim kitaba;

 

“ Türkiye de psikanalize, Freud’a olan ilginin artması için çabalar ATATÜRK sonrasında hızla sürdü. Milli Eğitim Bakanlığı bu batılı felsefecilerin eserlerini hızla bir bir tercüme ettirdi. WEİGERT, ATATÜRK sonrasında ülkede Freud’un tanınıp yayılması için yoğun çalışmalar yaptı. Gerekli tüm Türk yetkililerle irtibata geçti. Benim ise Freud’a olan hayranlığım ise çocukluğuma dayanır. Kıbrıslı Türk olan babam, ilkokul öğretmeni idi. Kıbrıs da ki evimizde kocaman bir tahta sandığı vardı babamın. O sandıkta yıllarca ne olduğunu çok merak ettim. Bir zaman sonra sandığı açtığımızda Freud’un Türkçeye çevrilmiş eserleri çıkıyordu sandıktan.

 

Ben 1950 yılında Ankara’ya gidip tıp eğitimine başladığımda, Yahudi profösörleri halen Ankara, İstanbul gibi büyük şehirlerde ders veriyorlardı. Ve sonunda 1950’de Türklerin büyük grup kimliği Osmanlı dönemine göre büyük değişim geçirmişti. Çok ilginçtir bu Yahudi akademisyenlerin içinde Psikiyatri kürsü başkanı vardı; Rasim ADASAL. Psikanaliz konusunda hiçbir eğitim almamasına rağmen kendine “Türk Freud’u” adını takmıştı. Karizma kişiliğiyle, psikanaliz eserleriyle,spor tıbbına olan ilgisiyle halk arasında çok ünlenmiş, böylelikle Freud’un Türkiye de popülerliğini arttırmıştı. 1958 yılında da Donald WİNNİCOOT’dan istekte bulunmuş Türk okurlarına Freud ile ilgili yazılar yazdırmıştı.  Rasim Adasal gibi Orhan ÖZTÜRK ismide ön plana çıkmıştı.

 

Kitabın ilerki sayfalarına doğru ilerlediğimizde bir bakıyoruz yazar Amerika’dan 1974 tekrar bir çalışma üzerine Türkiye’ye dönüyor ve bakın neler diyor;

 

“ 1974 yılında Psikeanalist olarak Ankara Üniversitesine geri döndüm. O zaman Almayan’ya da Psikeanalistlik yapan Celal ODAĞ’IN Türkiye’ye gelmesine yardımcı oldum  ve geldi. Onunla güçlerimizi birleştirdik rahmetli annesinin adına “Halime Odağ Vakfı” kurduk. Önce İzmir’de sonra da IPA ( Uluslar arası Psikanaliz Birliği) sponsorluğunda İstanbul da bu vakıf üzerinden okullar açtık. Başta İsrail olmak üzere Rafael MOSES ve Rena MOSES sonra ABD’DEN Davıd SACHS ve Almanya’dan birçok meslektaşımız Vakıflarımızda, okullarımızda özel seminerler verdiler,terapiler verdiler. Onlara çok minnettarım. Bu vakıfın öncülüğünde Türkiye de çok kaliteli Psikiyatristler ve psikologlar yetişti.”  ( Divanda Kılıç Dövüşü sf:11)”

 

Yazarın ifadeleri gayet açık ki, ülkemizde genel ekseriyetle Psikiyatristler ve Psikologlar hangi mantıkla, zihinle yetiştirilip hastalarına hizmet ediyorlar?! Son zamanlarda tüm dünya üzerinde ve özelliklede ülkemizde Psikiyatriste ve psikologlara gidiş oranlarının artması ve önümüze çıkan bu tablo! Buna  yorum getirmeksizin onu siz okuyucuların takdirine bırakıyorum. Kitaba geri dönelim;

 

“ İzmir’de İstanbul’da bunlar olurken IPA, Washington Psikanaliz cemiyetinden Antoine HANİ başkanlığında bir Ortadoğu komitesi oluşturuldu. HANİ’NİN Lübnan ile olan kişisel bağlantılarının ve Ortadoğu üzerine bilgilerinin komite açısından faydalı olacağı düşünüldü. Bende üyelerden biri olarak atandım. Görevimiz Ortadoğu da Psikanalize ilgiyi artırmak ve bunun okullarını orda IPA sponsorluğunda açmaktı.”

 

Bakın sinsi Yahudi aklı Psikanaliz üzerinden Ülkemiz üzerinde yaptığı misyoner faaliyetlerini nasılda Ortadoğuda uyguluyor. Aynı zihniyetin Türkiye de birçok bağlantısı da olan bir cemaatin çoğu Ortadoğu ve Orta Asya da olmak üzere Türkçe okullarının açılmasına öncülük etmesi  ayrı bir manidarlık içeriyordu. Hadi kitaba kaldığımız yerden devam edelim;

 

“ IPA İsrail’ de ki psikanaliz sahnesiyle zaten yakın bağlantı içindeydi. Bu bağlamda, IPA’IN Ortadoğu Komitesi yalnızca nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerle ilgilenecekti. Lübnan’da 16 psikanalist olduğunu öğrendik. Bunlar IPA tarafından onaylanmış kurumlardan eğitim almışlardı. Bunların içinde Mısır’da IPA sürecini başlatamadık. Türkiye odaklanabileceğimiz tek ülke olarak karşımıza çıktı.   (sf:12-13)
Psikolojik olarak kendi zihin dünyalarını yerleştiremedikleri yerlerde (Mısır gibi) yazarın metninden hareketle anlıyoruz ki politik stratejilerle o ülkeleri siyasi karışıklıklarla karıştırıyorlardı. Böylelikle Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidarına yapılan darbenin zihinsel temel sebebi önümüze çıkıyordu. Bence Müslüman düşmanı olduğu kesin olan tıbbi gözüken toplum mühendisleri birçok Müslüman ülkede Müslümanların iktidarını kendi psikolojik zeminlerine hizmet ettikçe bilinçli vaziyette müsaade ediyorlar, böylelikle virüs anlaşılmadan yayılıyor. Eğer virüs fark edilip önlem alınmaya çalışılırsa başka müdahaleler devreye sokuluyor. ( Darbe, Siyasi iç vesayet, derin devlet vs.) Kitaba devam edelim;

 

“2003 yılının Ocak ayında David SACHRS ile birkilte IPA yürütme kurulunun toplnatısına Miami’ye çağrıldık. Toplantıda Türkiye’ye IPA’NIN yeni okullarını açmak için Türkiye’ye resmi teklif gönderdik. Türkiye de IPA yapılanması için yoğun çalışmalar başlattık. Teklifimiz kabul edildi. IPA o dönem bu iş için bir araştırma komitesi oluşturdu. Komitenin başına İsrail’den Abigail GOLOMB atandı. Bu isim ayrıca IPA’NIN Terör ve Terörizm komitesinde yer alıyordu. GOLOMB bu komite üyesi olarak çok kez İzmir’e gelmiş, benle birçok konuda diyolog kurmuş ve görevine çok iyi hazırlandı. Böylelikle Avrupa, İsrail ve ABD’DEN birçok değerli analist, Türk adaylarına katkıda bulundular ve bulunmaya devam ediyorlar. Bu çabalar sonuçsuz kalmadı İstanbul, İzmir ve Ankara’da IPA çok iyi konuma geldi. IPA Türkiye hedeflerine ulaştı ve başarılı oldu. ( IPA genel komitesinin başkanı İsrail’den Mira ERLİCHGİNOR ve üyeleri Almanya’dan Hermann BELAND, İsviçre’den Berengere De SENARCLENS, Fransa’dan François DUAPARC ‘DIR)” (sf:16-17)

 

Bir psikoljik hastanın hikayesinin anlatıldığı kitabın başında ki önsöz niteliğinde ki 20 sayfa da bunlar yer alıyor, son söz olarak son on sayfanın içinde de şu ifadeler yer alıyordu;

 

“İkinci dünya savaşından sonra dünyada bir Kapitalizm ve Komünizm kutuplaşması olmasaydı  ve bu bağlamda Türkiye ABD tarafından Kapitalistlerin sınır bekçisi rolüne zorlanan bir ülke olmasaydı on yıllarca kafalarımızda nasıl bir ATATÜRK resmi ve ATATÜRKÇÜLÜK şekillenirdi.Mustafa Kemal’in birinci dünya savaşının bitimini izleyen günlerde zincirinden boşanmış gibi sonuçlarına koşan büyük dinamiklerin karşısında yarattığı bireysel etki örnektir.”

 

Ve ülkemizde ki ATATÜRK ve ATATÜRKÇLÜĞÜN hangi mantıkla kimler tarafından organize vaziyette yerleştiğinin resmeden final ifade!

 

Ve bu ülkenin Cumhuriyet rejiminin hangi ellerle kurulduğunun bize koca bir işgalin nasıl kurtuluş gösterilmesinin ifadesi.

 

Ve neden bu ülkenin, Müslümanların baş düşmanı Yahudiler olmalı, anladık mı şimdi?

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

  1. Selahattin dedi ki:

    Rabbim müslümanlara uyanma yı ve yazdıklarını anlamayı nasip etsin inşallah